8 Mart 2015 Pazar

POSTMODERNİZM



                                                                                  Hazırlayan: Ersan Demirdalıç

POSTMODERNİZM
A.    Modernizme Yapılan Eleştirilerin Sonucu : Postmodernizmi anlamak için bir önceki çağa yani Modern çağa yani modernizme genel bir çerçeveyle bakmak uygun olacaktır. İki akımı karşılaştırarak anlatmak konuyu daha anlaşılır hale getirmektedir. Çünkü Postmodernizm, Modernizmin getirdiği hemen her şeye tepki olarak doğmuş olup  Modernizm’e karşı bir isyan hareketidir.
          Günümüzde pek çok alanda başına post getirilen kavramlarla sık sık karşılaşıyoruz. Özellikle son 25 – 30 yıl içerisinde ortaya çıkan bu durum Türkiye’ de dahil dünyanın pek çok ülkesinde birçok alanda görülmektedir. Postçuluk mimariden zoolojiye kadar her kültürel disiplinin üzerinde iz bırakıyor; biyoloji, ormancılık, coğrafya, tarih, hukuk, edebiyat ve tüm sanat dalları, tıp ,siyaset, felsefe vb.’ye kadar uzanıyor. Thomas D. Dochherty, Postmodernizme Giriş adlı eserinde Postmodernizmi Avrupa’ da birçok alana el atmış  bir hayalet olarak tanımlamaktadır. Şimdi Postmodernizmi daha iyi anlamak için kendisiyle sıkı sıkıya bağlantılı olan Modernizm ve Aydınlanma üzerinde duralım.
B.     Aydınlanma Çağı ve Modernizmin Doğuşu : 1596-1650 yılları arasında yaşamış olan büyük düşünür Rene Descartes “düşünüyorum öyleyse varım”  diyerek Modernizmin fitilini ateşlemiştir. Ardından 20. Yüzyılın başında yaşamış olan Max Weber’ in rasyonelleşme adı altında gerçekliklere ancak  akıl yoluyla ulaşılabileceği görüşü ve hayatın her döneminin bir önceki döneme göre daha da rasyonel olduğunu söylemesi aslında hayata ait her şeyin araçsal akılla açıklanabileceğine yönelik bir inancı ortaya koymaktadır. Böylece dünyanın silkinişi gerçekleşecek ve statüko yıkılacaktı. Aslında böyle büyük düşünürlerin geleceğe yönelik kehanetleri arasında dinin yok  olacağı tezi vardı ama bu gerçekleşmedi.  Akılcılığın ön plana çıkmasıyla beraber pozitivist yaklaşım  değer kazanmış ve bu alanda August Comte’ nin önderliğinde tabiat bilimlerinin metodları olan deney ve gözlem yoluyla toplumsal davranışların açıklanabileceği gerçeği kabul görmeye başlamıştır. Toplum Bilimi olarak Sosyoloji ismini kullanan Comte sosyolojinin fizik biliminin yönergeleriyle paralel olarak ilerleyebileceğini ortaya koyarken bu sebeple Sosyal Fizik ismini kullanmayı tercih etmiştir. Daha basit bir tabirle Comte’ nin ortaya koyduğu pozitivizm sosyal bilimlerin tabiat bilimlerinin metodlarını kullanması ve aynı mantıkla hareket etmesi gerektiğini iddia eden bir ekoldür. Comte’ nin pozitivist anlayışı arkasından bu zihniyeti savunan pek çok sosyoloğu ortaya çıkarmıştır. Şimdi Comte’ nin pozitivizmi en son aşamaya koyan ve tüm toplumların bu aşamalardan geçeceğini öngördüğü üç hal yasasına bir bakış atarsak , ilk olarak teolojik aşamayı görüyoruz. Bu aşamada tabiat üstü güçler ve dini figürler toplumsal ve tabiat olaylarının sebebi olarak görülmüş ve açıklanmaya çalışılmıştır. İkinci olarak metafizik aşamada  soyut güçlerin gücü toplumsal olayların açıklanmasında işletilmiştir. Üçüncü olan pozitivist aşamada insanlığın ulaştığı en son ki  aşamadır ve bu aşamada insanlar deney ve gözlem yaparak toplumsal ve tabiat olaylarını açıklamaya çalışmaktadırlar. Toplumlar bu üç aşamanın herhangi birisinde bulunabilirler ama en son ulaşacakları yer pozitivizmin kucağıdır.
          Pozitivizmin ağır bastığı bu dönemde ortaya çıkan sosyologlar materyalist fikirler ortaya attılar. Bunlardan birisi Karl Marx’ tır. Marx , toplumu ekonomi kurumunun üzerine bina etmiş ve en önemli kurumu ekonomi yaparken diğerlerini ona yardımcı olan kurumlar olarak anlatmıştır. Yine bu dönemde toplumsal davranışları biyolojik olarak incelemeye çalışanlar ortaya çıkmışlar. Herbert Spencer  organizmayı oluşturan organlar nasıl birbiriyle iletişim halinde ve birbirine muhtaç bir şekilde çalışır, bunlardan birisi sağlığını yitirdiğinde tüm organizma bundan etkilenir  diyerek toplumsal davranışların da benzer şekilde incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Bundan sonra sanayi devrimi ve sonrasında yaşanan erken kapitalizm dönemleri de dahil  Modernizmin etkisi dünyada yaygın olarak sürmüştür. Bizden birisi olan Nesrin Kale’ nin Modernizm tanımlaması çok hoş olmuş : “ Modernizm, Aydınlanma felsefesiyle ortaya çıkan; insanlığı  içinde  bulunduğu  bağnazlıktan, hurafelerden; geri kalmışlıktan  kurtarmayı amaçlayan; toplum bilimlerinde insan uygarlığının genellikle sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik , siyasal ve toplumsal bir dönüşümdür ve ilerleme olgusunu temel alarak insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün amaca doğru hareket ettiğini kabul eder.”. Aydınlanma, Batı toplumlarının Tanrı merkezli dünya görüşü ve hayat tarzından sıyrılarak insan, akıl ve bilim merkezli dünya görüşü ve bu çerçeveye göre düzenlenmiş hayat tarzına geçişleridir. Aydınlanmanın merkeze aldığı akıl, her türlü kılavuz ve yardımcıdan arınmış; hür ve kendi kendine yetebilen, şüpheci, sorgulayıcı eleştirel bir akıldır. Kant, bu konuda şunları söyler:
           "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedeni de aklın kendisine değil, fakat aklın başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır. Sapere aude! (Bilmek ve tanımak yürekliliğini göster!) Aklını kendin kullanmak cesaretini göster, sözü imdi aydınlanmanın parolası olmaktadır." (Kızılçelik, 1996, s.5)
           Kısacası aydınlanma, aklın her şeye yeteceği, her şeyden üstün olduğu düşüncesini vurgulayarak önce rasyonalizmi, ardından da pozitivizm ve determinizmi, insan ve toplumun hayatında hâkim kılmıştır. Aydınlanma düşüncesi 18. yüzyılda belirginleşmiştir. Fakat bazı bakımlardan bu sürecin,  ilk çağlara –Grek Aydınlanmasına - kadar uzandığı belirtilmektedir. Fakat tarihsel olarak Aydınlanma  Hristiyanlığın yoğun olarak eleştirildiği, ,kilisenin, din adamlarının, aklın süzgecinden geçtiği  18. yüzyıldır.Aydınlanma , bir anlamda da burjuvazinin aristokrasiye açtığı savaştır. Aydınlanma hareketinin temel amacı ise insanı köleleştirdiğine inanılan mit, mitos, inanç ve önyargıların egemen olduğu düzenden kurtarıp özgürleştirici aklın düzenine sokmaktır.•Yani Aydınlanma özde ‘Akıl ’çağıdır, diyebiliriz.
Önemli Aydınlanma düşünürleri ise şunlardır: Locke, Voltaire, Montesquieu, Rousseu,Diderot, Hume, Berkeley, Kant, Leibnitz ve  Hegel.
          Özetleyecek olursak  Aydınlanma düşüncesinde esas nokta, aklın din ve inanç üzerindeki üstünlüğüdür.
          Modernizmin başlangıcı olarak Rönasans, Reform ve Amerika’nın keşfi görülmekte ve başlangıç yerinin İtalya olduğu belirtilmektedir.Bazı düşünürlere göre ise modernizm , burjuvazinin oluşmasıyla veya  sanayi devrimi ile başlamıştır. Marx ve Weber ise Modernizmi feodal toplumu izleyen dönem olarak görür.
Modernizmin Başlıca Özellikleri :
1-        Akılcı , bilimsel, teknolojik ve yönetsel etkinliğin  yaygınlaşmasıdır.•
2-        Toplumum merkezine ‘Tanrının ’yerine bilim yerleşmiştir ve modernizm akılcılık ile sıkı sıkıya bağlıdır.Fakat Tourane’nin belirttiği gibi modernizm sadece  akılcılığa ,indirgenemez. 
3-        Modernlik özgürlük ve özerklik düşüncesine dayanır.(Wagner)
4-        Devlet ve toplumun, akılcı, doğal hukuk ile siyasal ekonominin, bilim ile inanmanın birbirinden ayrılması esastır.
5-        Geleneksel yapıya karşı koyuş söz konusudur.
         Modernizmin temel parametreleri ise  Kapitalizm , Endüstri , Kentlilik , Demokrasi , Ussallık , Bürokrasi , Uzmanlaşma , Bilimsel Bilgi , Ulus Devlettir.  Jeannier’e göre Modernliği belirleyen dört önemli devrim vardır. Bunlar bilimsel devrim/Aydınlanma eksenli POZİTİVİZM,  Kültürel  Devrim/Laiklik , Siyasal Devrim/Demokrasi ve Endüstriyel Devrim/Endüstriyalizm dir.
Modernizm hakkındaki bu kısa bilgiden sonra Postmodernizme ve bu anlayışın getirdiklerine bakış atabiliriz.
C.    Postmodernizm’ in Doğuşu ve Tanımı :   Özellikle 1960’ lı yıllardan itibaren yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası salt materyalist anlayışın gerçekleri ortaya çıkarmak için bir yol olamayacağı, insanı akla indirgeyen modern hayatın insanlığa mutluluk getirmeyeceği inancı yayılmaya başladı. Bu yıllardan itibaren aklın mutlak gücüne meydan okuyan post yapısalcılık ya da post modernizm gelişmeye başladı. Postmodern anlayış aklın toplumsal yapının bir ürünü olduğunu ortaya atarken toplumsal yapıyı aşan akıl anlayışını eleştirmiştir. Hatta aklın belli yapıların ürünü olduğunu iddia edip , insan davranışlarının da bir yapının veya yapıların ürünü olduklarını ortaya koydu. Artık sadece akılla evrensel ve toplumsal gerçeklere ulaşamayacağını anlayan toplumlar, modernizm çağından devir aldıkları dinsizlik ve geleneksizlik anlayışının da etkisiyle ciddi bir bunalım ve boşlukla karşı karşıya kaldılar. Özellikle sınıfçılık ve ırkçılık akımlarının son bulmasıyla insanlar kendilerini politikanın merkezine koydular ve bundan sonra narsist ve hedonistik savrulmalar başladı. Arkasından bireyin kendisini tanıması ya da tanımlamasını sağlayabilecek bir takım açılımlar yerine tam tersi yönde kendisini unutturacak, kendisine iyice yabancılaştıracak hazcı yaklaşımlar ortaya çıktı. Bu süreç batı medeniyetinin hazcı yaklaşımı kendisine ruh edinmesi noktasına kadar vardı. Toplumsal bilinç bireyi uyutan bir metefora dönüştü.
          Postmodenizm teriminin tam anlamının ne olduğu ve neyi ifade ettiği hususunda hala ortak bir görüş birliğine varılamamıştır. Birbirine tezat teşkil eden çok sayıda ‘Postmodernizm’ tanımı bulunmaktadır. Postmodernizmin kesin olan bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden bir tanıma ulaşmak mümkün olabilir. Postmodernizm, Modernizm’in temel özelliklerine; bilimsel bilginin üstünlüğüne, pozitif bilimlere, ulus-devlet anlayışına, endüstriyalizme, kapitalizme karşı çıkan ya da onları sorgulayan buna karşılık, belirsizliği, parçalılığı, farklılığı, etnikliği, alt kültürleri, kültürel çoğulculuğu, yerel bilgiyi ön plana  çıkaran bir akımdır, diyebiliriz. Ayrıca ‘Post ’ kelimesinden de bir tanıma ulaşmak mümkündür. Post öneki bir aşma durumunu belirtir. Bu anlamda Postmodernizm de modern dönemin sonrasını ve o dönemin aşılmasını tanımlamaktadır.  Yani Modern sözcüğü ile tanımlanan aşamadan sonra gelen yeni bir aşamayı ifade etmektedir.
D.    Postmodernizmin Sosyolojik Yönü : Sosyolojide postmodern terimini ilk kullanan kişi Amatia Etzioni’ dir. Etzioni gelişen iletişim teknolojisinin postmodern toplumu belirlediğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda postmodernlikle ilgili tüm kuramların çıkış noktası Fransa olmuştur. Baudrillard, Foucault ve Lyotard Fransalı düşünürlerdir. Postmodern düşünürlere göre belli bir toplum kuramı olanaksızdır. İnsan ve toplum onlara göre belirlenemez olgulardır. Çünkü toplumda parçalanmışlık , kaos, süreksizlik vardır. Bu sebeple herhangi bir kuram havada kalacaktır. Postmodernliği savunan sosyologlar da bir şekilde toplumsal çözümlemeler yapmışlardır. Bu çözümlemeleri yorumlama şeklindedir. Postmodernizm çoğulculuk anlayışına sahiptir. Herkese hukuk ve demokrasi temel görüşleri içerisinde en öne çıkan kavramlardır.
          Genel anlamda postmodern  teoriler  1970’lerde gündeme gelmiştir. Baudrillard, Lyotard ve Jameson postmodern sosyologların önde gelen isimleridir. Bu anlamda Postmodern toplum düzeni ile ilgili ilk görüşleri ortaya atan bu kimselerdir. Baudrillard, ‘Simülasyon Evreni ’ tabirini kullanarak taklitlerin ve suretlerin ürünü olan bir postmodern toplumdan bahseder. Lyotard , büyük umutların ve devrimci siyasetin sona erdiği bir postmodern  durumdan bahseder. Jameson ise postmodernizmi geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak yorumlar.  Dolayısıyla postmodernizmin toplumsal boyutunu ortaya koymak için özellikle bu düşünürlerin fikirlerini ele almak uygun olacaktır.
Jean Baudrillard ve Simülasyon Evreni : Baudrillard, sosyoloji eğitimi görmüş ve Marksizmle yakından ilgilenmiş Postmodernizmin önde gelen düşünürlerindendir.Ne düşündüğünü aşağıdaki sözlerinden anlamak mümkündür :
           “Modern toplumların içinde bulunduğu durumu nitelemek gerekseydi , bir orji sonrası hali derdim. Orji, tam da modernliğin patladığı andır.; her alandaki özgürlüğün patladığı andır…”
          “Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.” 
          Baudrillard’ a göre insanlar artık bir simülasyon evreninin içindedirler. Simülasyon oluşumu İkinci Dünya Savaşı bitişiyle birlikte başlamıştır. Savaşın arkasından batı sosyal devlet olma fikrini düşünmeye ve hatta hayata geçirmeye başlamıştır. Bu şu anlama gelir sağ solun işlevine göz dikiyor ya da bu açığı fark ediyor. İletişim ve hizmet sektörünün ağırlığı tarım ve sanayi sektörünün ağırlığını geçmeye başlar bu dönemde. Televizyon etkisiyle insanlar düşünmeyi bırakıp yüzeysel olarak sadece bakmaya başlamışlardır. Mesela Kore Savaşı ‘ nı televizyonlarında izleyenler , bir şampuan reklamına da aynı gözle bakarak izlemeye başlamıştır. Savaş orada tüm hızıyla sürerken insanlar televizyonlarını kapatıp rahatlıkla uyuyabilmektedirler. Bu ise duygusuzlaşmayı beraberinde getirmektedir. Herkes herşeyin farkında olmakla birlikte kimse rahatını bozmak istememektedir. İşte bireyin bu yeni dönemde yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir ve herşey sadece görüntülerden ibarettir.
         Baudrillard’ın bu konuda ortaya attığı en önemli kavramlardan birisi “ gerçeklik ilkesi” kavramıdır. Gerçeklik ilkesi tamamen zihinde oluşan, düşünsel bir süreçtir.  Eğer gerçeğin ne olduğu konusundaki algı bir sebeple sakatlanmışsa bireyin artık sağlıklı bir gerçeklik algısı oluşturabilmesi mümkün görünmemektedir. Bu ilke insanların gündelik yaşamlarını kurguladıkları önemli bir temeldir aynı zamanda. Dolayısıyla sosyal, ekonomik, toplumsal gelişmelerin sağlıklı yürüyebilmesi için gerekli görülmektedir. Baudrillard, gerçeklik ilkesi kavramını biraz ideoloji kavramına da benzetmektedir. Gerçeklik ilkesi ve ideoloji kavramları, bireylerin tercihleri üzerinde etkili olan, seçip seçmeme noktasında karar veriş süreci üzerinde söz sahibi sayabileceğimiz kavramlardır. Gerçeğin ne olduğu konusunda yanıltılan  bireyler, artık tercihlerini gerçek olmayan fakat gerçekmiş gibi onun yerini alan şeyler üzerinden yapmaktadırlar. Tam bu noktada Baudrillard’ın  simülasyon  kuramının önemli kavramlarından birisi olan simülakr kavramı karşımıza çıkar. Baudrillard bahsi geçen; gerçek olmayan fakat bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünümleri, simülakr  olarak tanımlamaktadır. Baudrillard’a göre 1960’lardan sonra gerçeklik algısı tamamen değişmiştir. Birey, simülakrların oluşturduğu simülasyon evreninde,  ekonomik, politik ve sosyal simülakrlar arasında artık sağlıklı olarak düşünce üretemez hale gelmiştir. Bu bağlamda en büyük saf simülakrlar da Din ve Politikadır.
O, bu şekilde gerçeklik ilkesinin sakatlandığı bir ortamda, sistemin kendi kendisinin sorununu çözmek için hiçbir alternatif yaratamayacağı görüşünü savunmaktadır. Eğer “sistemin kendi kendisinin gerçeklik ilkesi kaymış ise, aynı sistemin kendi terimlerini, kavramlarını ve ilkelerini kullanarak herhangi bir çözüm sunma şansı da kalmamıştır
” görüşünü savunmaktadır. Bu bağlamda artık Marksist, kapitalist, liberalist ya da neoliberalist, vb… görüş sahibi olmanın da hiçbir anlamı kalmamıştır. Ortak tek bir ideoloji vardır, o da tüketmekten ibarettir. Gerçeklik algısının kaybolduğu, tamamen sanal olarak nitelendirilebilecek bir evrende yaşamakta olduğumuz günümüzde amaç yalnızca tüketmek olarak belirlenmiştir. Bu tüketimi arttırmak ve yeniden yeniden tüketimi sağlamak için de her yol mubah görülmektedir. Simülasyon ortamlarını yaratan televizyonlar, reklâmlar, sanat,  ekonomi, politika, eğlence sektörü, sinema sektörü vb...alanların tümü, tüketimi arttırma amacına hizmet etmektedirler. Hayal ile  gerçek olanın artık tamamen birbirine karıştığı bir evrende, toplumların yaşamlarını belirleyici yegane süreç tüketim ve onun organize edildiği ekonomik unsurlardır. İnsanoğlu’nun yaşama dair sahip olduğu her şey bir tek formüle indirgenmiş durumdadır. Bu formül Gereksinim +Doyum = Evren formülüdür. Sistem, bireylerde doğal olmayan yöntemlerle simülakrları kullanarak yarattığı simülasyon ortamlarında, özünde gerekmeyen gereksinimler yaratmakta ve birey doyum sağlamak güdüsü ile tüketime zorlanmaktadır. Öyleki; evrende varoluşun tek nedeni bu güdülerin tatmin edilmesine endekslenmek istenmektedir. Bireyde bu hissi yaratmak ve tükettirmek için savaşlar çıkartmak, suikastler tertiplemek,  terör ortamları yaratarak onlarla mücadele etmek dâhil her türlü yöntemin kullanılması da serbesttir. Sistem için sadece, savaş çıkartmak tükettirmek (askeri malzeme satmak) ve yine çıkan savaşta yaralananları iyileştirmek için tükettirmek (tıbbi yardım malzemesi, ilaç vb. satmak) esastır. Doğanın ya da insanların gördüğü zarar sistemin umurunda değildir. Kaldıki; Baudrillard’a göre ne savaş savaş, nede terör terör olabilir. Bunlar olsa olsa gerçeğinin yerini alan savaş ve terör simülakrları olabilirler. Bu sarmal döngüsel düzen içerisinde sistem herhangi bir soruna çözüm üretmek ya da açıklama getirmek derdinde değildir. Aynı anda ortaya çıkan birçok kavram bir yandan kavram kirliliği yaratırken diğer yandan birçok şey söylüyormuş gibi görünüp aslında hiçbir şey söylememektedir. Televizyon ekranlarında yapılan bunca konuşma, açık oturum, tartışma programları vb. tam da bu görevi yerine getiren birer demokrasi simülakrlarıdır.  Herkes hakça fikrini söylüyor gibi görünmektedir. Üret  – tüket formülü ile süreç işletilmekte ve bu formül sürekli tekrarlanarak  yeniden üret, yeniden tüket denilmektedir. Elbette tüketim toplumlarının yaratılmak istendiği böyle bir evrende, tüketimin ana göstergesi olan “nesne” çok önemli bir yere sahiptir. Nesnenin satın alınabilir olması, onu satın alan kişiye yani sahibine sağladığı statü, belirli bir markayı temsil etmesi ve o markanın tüketicisi olan zümreye duyulan aidiyet...
          Kısacası Baudrillard’ a göre  toplumun sonu gelmiştir. ‘Game With Vestiges’ adlı makalesinde postmodernizmin yıkıntıdan (modernliğin harabelerinden)  arta kalanlarla oynanan bir oyun olduğunu söyler. Ona göre tarih durmuştur. Anlamı olmayan bir tür tarih sonrasında olduğumuzu ve tüm tanımların anlamını yitirdiği , her şeyin bittiği  yani toplumsalın sonunun geldiğini belirtir. Baudrillard, artık toplumun bir ‘kitle yığını’  haline geldiğini söylemektedir.
         İkinci öne çıkan kavram ‘İçe doğru patlama ’dır. Baudrillard’a göre Modern toplumda  önemi olan hususlar postmodern toplumda içe doğru patlayarak önemini yitirmiştir. Yani toplum, sosyal  değişme, sınıf gibi kavramları açıklayan toplumsal kuramlar geçerliliğini bu yüzyılda yitirmiştir. Çünkü bu kuramlar insanı muktedir saymaktadır. Oysaki postmodern toplumda insanlarda ‘olağanüstü  bir uyumluluk’ söz konusudur. İnsanlar yığın halinde işaretlere uyumlu olarak yaşamaktadır.İnsanları bu şekilde sessiz bir yığın haline getiren mekanizma Baudrillard’a göre MEDYA’dır. Yani her şey birbiri içine girmiş ve içe doğru patlama gerçekleşmiştir ve Modernitedeki her şey postmodern dönemde  anlamını yitirmiştir.
Kısacası Budrillard’a göre şimdiye kadarki tüm toplumsal kuramlar geçerliliğini yitirmiştir , diyebiliriz.
          Baudrillard’da toplumla ilgili olarak ortaya atılan önemli bir başka konu da Batı’da 16.yüzyıldan beri ‘Ölümü Baskı Altına Alma ’hususudur. Modern toplum insanları psikolojik olarak ölümden kaçma eğilimi göstermektedir. Yani çağdaş toplum yaşam üzerine kurulmakta ölüm ise normalin dışına atılmaktadır.Baudrillard’a göre, böylelikle aslında bireyin yaşamı ölüm kokusu altında tutulmakta ve birey kendisini ölümden koruyacağına inandığı toplumsal otoritelere baş eğmektedir.
          Baudrillard, toplumsal değişimi üç simulasyon çağına ayırır. Birinci simulasyon çağı, Rönasans ile başlayan değişim sürecidir. İkincisi ise  sanayi ile başlayan değişim sürecidir. Üçüncüsü üretimin yerine onun taklidinin geçtiği dönem olan bu postmodern dönemdir.Bu çağda artık her şey taklitlere göre şekillenmektedir.
           Baudrillard, modern dönemi Freud’la Marx’ın çağı olarak görür ve postmodern dönemi bunlardan ayırır. Baudrillard’a göre ‘postmodern dünya anlamdan yoksundur. postmodernite teorilerin boşlukta süründükleri, güvenli herhangi bir limana demirlemedikleri bir dönemdir.
Jean –Francios Lyotard ve Toplum :  1924 yılında Versai de doğan Lyotard daha çok dil ve bilgi üzerinde durmuştur. Lyotard dilde gerçeklik yerine yorumu ön plana çıkartır. Toplumu tek gerçeklik üzerinden açıkladığını iddia eden görüşlere karşı çıkar. Postmodern anlayışta insanların bu söylemlerden kurtularak özgürleşmesi gerektiğine inanır. Ona göre toplum bu tip tüm baskılardan kurtulmalıdır ve dolayısıyla toplumda kesin doğrular ve bilgiler olmamalıdır. Her türlü kuramın toplum üzerinde bir baskı oluşturduğunu belirterek , yeni postmodern toplumda belirleyici rolün , iletişim , enformasyon ve teknoloji olacağını söyler.
          Lyotard toplumda farklılığın ve çeşitliliğin olmasını ve bilgi ve diğer büyük anlatıların toplum üzerindeki üstünlüğünün yıkılması gerektiğini savunur.
          Gençlik dönelerinde bir sol gruba üye olan Lyotard 1964’de tamamen Marksizm’den ayrılmıştır.  
Micheil  Faucault : Gençliğinde komünist partisi üyesi olan Faucault 1951’ den sonra partiden uzaklaşmış fakat postmodern fikirleri içerisinde tamamen marksizmden kopmamıştır. Faucault modern çağın rasyonellik anlayışına tamamen karşı çıkmıştır. Faucault diğer postmodern düşünürlerin aksine toplumsal yapı ve düzenin tamamını reddetmemiş , postmodernitenin modernite ile bağlantılı olduğuna inanmış ve böylece moderniteye bu bağlamda saygı göstermiştir.
Eleştiriler : Postmodern anlayışa en büyük eleştiriler insanları gerçek çelişkilerden uzaklaştırıp onları  gerçeklerden arındırılmış bir dünyaya çektikleri için yapılmıştır. Eleştirmenlere göre postmodern kavramlar ideolojiktirler.  Postmodern eleştirmenlerin başında Habermas , Giddens ve Gellner gelmektedir.  
          Habermas  modernizmi tamamlanmamış bir süreç olarak görmektedir. Ona göre postmodernizme gerek yoktur. Çünki postmodernizm içinde yer alan unsurlar zaten modernizmde vardır.
         Giddens de postmodern dönemi eleştirmektedir.  Giddens’e göre eğer Postmodernizmin bir anlamı varsa edebiyat , resim, mimarideki akımlara sınırlandırılmalıdır.   
          Gellner  kendisiyle yapılan bir röportajda ‘Postmodernizme şiddetle karşıyım.’ demektedir.  O  postmodern akımı fazlasıyla uçuk bulur. ,
         Postmodenizme olan eleştirilerden birisi de  aşırı göreceliğin ve akla güvensizliğin toplumsal sorunları çözmeyi olanaksız hale getirmesi ve  geleceğe inanmayı imkansızlaştırmasıdır.



          Modernizm ve Postmodernizmin Keskin Farkları :  
          Modernizm                  Postmodernizm
          Düzen/Kontrol            Düzensizlik/Kaos
           Kesinlik                        Belirsizlik
         Gelişme/Gelecek             Statik/Bugün
          Homojenlik                    Heterojenlik
          Fikir Birliği                   Çoğulculuk
           Hiyerarşi                       Eşitlik
            Uyum                       Uyumsuzluk
           Öngörü                           Şans
  
E.     Kaynakça :

Çağdaş Sosyoloji Kuramları – Margaret Poloma
Sosyoloji Kuramları – Anthony Giddens
Çağdaş Sosyoloji Kuramları – Ruth A. Wallace
Vikipedia
Postmodernizm - Doktor Yavuz Bayram
         
         

8 Şubat 2015 Pazar

Fenomenoloji



                                                                                                      Hazırlayan : Ersan Demirdalıç

FENOMENOLOJİ
A.    Tanımı ve Kurucuları :
          Fenomenoloji diğer adıyla görüngübilim bir felsefe akmı olup, kurucusu Edmund Hasserl’ dir. Çıkış sebebi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde bilimlerdeki ve  düşüncedeki  genel anlamdaki bunalımdır. Fenomenoloji bu haliyle metafiziği sona erdirmiş ve somut hayata dönüş ve tıkanmış olan felsefeye yeni bir hava vermek üzere yola çıkmıştır. Bir felsefe olmaktan ziyade bir yöntem olarak tarif edilmektedir. Fenomenoloji birçok sosyolojik bakış açısına göre en yeni olandır. İçerisine pekçok sosyolojik çözümleme tipini alsa da en önemlileri Harold Garfinkel’ in etnometodolojisi , Peter Berger’ in toplumsal gerçeğin inşası ve Dorothy Smith’ in feminist bakış açısı kuramıdır.
          Fenomenon kelimesi Yunanca’ dan gelmekte olup görüş ya da görünüm anlamına gelmektedir. Fenomenoloji birey ve onun bilinçli deneyimleriyle başlayan ve daha önceden var olan kabuller, ön yargılar ve felsefi dogmalardan kaçınmaya çalışan bir yöntemdir. Fenomenoloji olayları yani görünüşleri toplumsal aktör tarafından doğrudan algılandığı şekliyle inceler. Örnek olarak bir kimsenin elinizdeki şemsiyenin neye benzediğini size sorduğunu düşünelim. Bu soru size göre oldukça saçma bir sorudur. Çünki biz şemsiye düşüncesine dünyayı nasıl algılayacağımız ve yorumlayacağımızı öğrendiğimiz toplumsallaşma süreci ile ulaşırız. Elbette soruyu soran kişi uzaydan gelmişse ayıp olarak algılamadan şemsiye kelimesinin anlamını anlatmaya çalışırız. Burada ise uzaydan gelen kişiye, bu dünyaya ait olmadığı için en ayrıntısına kadar şemsiyenin ne olduğunu ve neye yaradığını anlatmaya çalışırız.
          Fenomenoloji, bizden öğrenmiş olduğumuz herşeyi oldukları gibi kabul etmememizi, onları sorgulamamızı, dünyaya bakışımızı ve dünyada niçin bulunduğumuzu sorgulamamızı ister. Yani uzaydan gelen insan rolünü üstlenmemizi ister. Temel olan her günkü gerçekliğin zamanla oluşmuş olan toplumsal olarak yapılandırılmış fikirler sistemidir ve topluluk üyelerince olduğu gibi kabul edilmektedir. Fenomenoloji ise bu düzene karşı eleştirel bir tutum sergiler ve işlevselciliğin aksine geleneksel olarak öğrenilmiş olanlara meydan okur.
          Örneğin fenomenologlar kadının ve erkeğin gelenekten gelen toplumsal konumlarını eleştirmişler, kadınların çocuk büyütmek ve ev işleri yapmak sorumluluklarını tek başlarına üstlenmeleri doğru mudur ? Ya da para kazanmak ve ev geçindirmek sadece erkek tarafından üstlenilmesi gereken bir sorumluluk mudur ? Gibi sorular sormuşlar ve bunlara yanıtlar aramışlardır. Buradan feminist anlayış doğmuştur. Kadın-erkek eşitsizliği üzerinden yola çıkarak ezilen kadının statüsünü düzeltme çabası olarak tanımlayabileceğimiz feminizm fenomenolojinin içinde yerini almış önemli bir sosyal hareket olmuştur.
         Böylece "fenomenolojik yöntem" denilen nokta öne çıkar. Buna göre, hem bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta bırakılarak, bilginin nasıl ve hangi süreçlerde oluşturuldugu/oluştuğu anlaşılmaya çalışılır. Fenomonoloji bu noktada özgün yöntemsel kategoriler geliştirir. İki temel kategorisi vardır bu yöntemin; "askıya alma" ve "fenomenolojik indirgeme".

Bunlar, kısaca belirtilecek olursa, bir yandan verilmiş öğelerin, yani dış görünümlerin dışta bırakılmasını ve öte yandan da, bilimsel ya da mantıksal her tür yargıların ve çıkarsamaların dışta bırakılmasını ifade ederler.
B.     Edmund Husserl ve Alfred Schutz : Fenomenolojik sosyolojinin esasları Alman filozofu Edmund Husserl’ in çalışmalarıdır. Husserl fenomenolojiyi insanın duyuları doğrudan kavranabilecek şeylere ilgi olarak tanımlamıştır. Duyularımız yolu ile doğrudan deneyimleyebileceğimiz şeyler hakkında daha fazla bir şey bilebileceğimizi reddeder. Tüm bilgimiz doğrudan duyulara dayanan olaylardan oluşur. Husserl’ e göre bunun dışında herşey spekülasyondur. Buna göre algılarımız kavramlarımız tarafından şekillenmekte ve sosyolojinin esas işi dünyayı nasıl gördüğümüzü tasvir etmek olarak anlaşılmaktadır. Ayrıca hangi yollarla başkalarının algılarına benzer algılar edindiğimizi inceler. Bu yaklaşımlarında en önemli etken Husserl’ in görüşlerinde Alfred Schutz tarafından yapılan geliştirmelerdir. Fenomenolojinin hızlanması ise Alfred Schutz’ un ABD ye kaçmasıyla beraber Garfinkel , Peter Berger ve Dorothy Simith gibi sosyologların eserlerini yazmaya başlamalarıyla gerçekleşmiştir. Schutz, Husserl’ in felsefesini geliştirmeye Weber’ in verstehen yani anlam kavramını kullanarak başlamıştır. Schutz için anlam çok önemlidir. Schutz için durumun tanımı bireylerin ortak bir bilgi stokundan aldıkları kabulleri içerir. Schutz böylece bireylerin dünyayı ideal tipleri kullanarak inşa ettiklerini söyler. Schutz bu tipleştirme sürecine bir mektubun postaya verilmesi sırasında söz konusu kabulleri tartışarak örnek verir. Bir mektubun postaya verilmesinde mektubun yerine varması ile ilgili süreçte normal olarak posta taşıyıcılarının mektubu ayıranlar ile yerine ulaştıranlar gibi insan tipleri olacağı kabul edilirken mektubu gönderen kişinin bunları görmese de bunlarla işbirliği yaptığı sonucuna ulaşılmaktadır. Böylece insanlar mektup yerine ulaştığında da gündelik işlerinin düzgün gittiğini düşünürler.
          Antony Giddens’ te Schutz’ dan etkilenmiştir.   Gündelik eylemlerin çözümlemesinde Schutz’ un bilgi stoku hacmine ya da karşılaşmalarda yeri olan karşılıklı bilgi dediği bilgiye dikkat çeker. Bu bilgi Gidden’ in tutarsız bilinçlilik adını verdiği durumun dışındadır.
          Giddens bir mahkeme kararı ile ilgili olarak savunma avukatı, hakim ve baş savcı arasında geçen konuşmaları örnek göstererek 21. Yüzyılda yaşayan bizler için bu kişiler arasında geçen konuşmaların oldukça anlaşılır ve olağan bir görüntüye sahip olduğunu belirtirken, mesela dokuzuncu yüzyılda yaşamış birisinin ise böyle bir konuşmaya vereceği tepkiyi düşünmemizi istemekle örneği sona erdirmektedir.
          Çalışmaları Giddens’ a ilham kaynağı olan Schutz’ da insanın etkileşim durumuna verdiği anlamın etkileşimde bulunan insanla paylaşılabildiği kanaatindedir. Buna bakış açılarının karşılıklığı demektedir. Örneğin bir orkestradaki müzisyenler orkestra şefi ile durumun anlamlarını paylaştıkları için orkestra şefi ile yer değiştirerek durumu şefin deneyimlediği gibi işleyebilirler. O halde Schultz’ un görüşüne göre paylaşılan anlamlar etkileişm durumu içerisinde hem var olarak kabul edilir hem de yaşanıp görülür.
          Schultz bu durumlarda insanların gerçekle ilgili alışılagelmiş kabullerine dayanarak hareket ettiklerini söyler. Onlar başka türlü olabileceği ihtimali ile ilgili şüphelerini askıya alarak görüşlerin karşılıklı olduğu kanaati ile etkileşime devam ederler. Burada Mead’ in başkasının rolünü alma kavramı ile bir benzerlik görmekteyiz. Böylece Schutz’ un görüşleri Hussrl’ den etkilenmekle beraber fenomenolojik sosyolojisine Weber ve Mead’ in bazı düşüncelerini soktuğunu da gözlemlemekteyiz.
          Harold Garfinkel’ in etnometodolojisi, Peter Berger’ in gerçekliğin toplumsal inşası ve Dorothy Smith’ in feminist bakış açısı kuramı fenomenolojik sosyoloji tiplerinden en önemlileridir.
Gerçekliğin Sosyal İnşası :  İtalyan oyun yazarı Luigi Prandello Dürüst Olmanın Zevki adlı bir oyun yazar ; oyun inişli çıkışlı bir geçmişe sahip olan zeki adam Baldovino adlı karakter hakkındadır. Baldovino Renni Ailesi’ nin modern evine girer ve kendisini yine kendisine özgü bir biçimde tanıtır. Bu eve girer girmez hemen olmam gereken yani olabildiğim kişi oldum. Kendimi inşa ettim ve böylece kendimi size sizinle gerçekleştirmeyi umduğum ilişkiye uygun biçimde tanıtmış oldum. Baldovino davranışların rolle ve statülerle yönlendirilse bile bizim kim olduğumuzu şekillendirme yeteneğimizin olduğunu anlatmaktadır. Yani gerçeklik bizim düşündüğümüz kadar değişmez değildir.
          Gerçekliğin sosyal inşası insanların gerçekliği sosyal etkileşim yoluyla yaratıcı bir şekilde biçimlendirdikleri süreçtir. Bu fikir her ne kadar sembolik etkileşim yaklaşımının bir dayanağı olsa da Peter Berger tarafından ortaya konulmuş bir fenomenolojik bakış açısıdır. Baldovino örneğinde olduğu gibi gerçeğin küçük bir parçası özellikle aşina olunmayan durumlarda belirsiz kalır. Bu sebeple bizler kendimizi mekan ve amaçlarımıza uyacak şekillerde tanıtırız, böylece gerçeklik şekillenir.
          Sosyal etkileşim gerçeği inşa eden karmaşık bir anlaşmadır. Ancak insanların olayları nasıl gördüğü her birisinin geçmişine, ilgisine ve niyetine göre değişkenlik göstermektedir.
 Feminist Bakış Açısı Kuramı : Dorothy Smith’in görüş açısı kuramı, ikincil durumunda olan bireylerin gündüz/gece hayatlarını araştırır. Smith’in kuramı, kadınların bakış açıları üzerine yoğunlaşmışsa da, Patricia Hill Collins tarafından çözümlenmiş olan siyahi kadınlar gibi, ikincil durumlarda olan başka bireylerin bakış açılarını da kapsayabilir. Başka görüş açısı kuramları, yoksul beyaz kadın ve erkekler, homoseksüel kadın ve erkekler, çağdaş Batı toplumunun dışındaki azınlık etnik ve dinsel gruplar üzerinde durabilir.
          Smith’in feminist görüş açısı kuramı, hem toplumsal yapısal hem de toplumsal psikolojik öğeler içermektedir Mills, Giddens, Bourdieu ve Colins gibi, çalışmaları makro yapısal ve makro etkileşimsel çözümleme düzeyleri arasında köprü kurar. Smith kendi bakış açısını, Marks ve Engels tarafından geliştirilmiş materyalist yöntem ile Garfinkel’in etnometodolojisinin birleştirilmesi olarak tanımlamaktadır. Smith, kadınlarca günlük deneyimlerinde yaşanan erkek egemen yapılar ve kadınların bu deneyimler hakkındaki düşünceleri ve duyguları ile ilgilenmektedir (Wallace, Wolf, 2002; 389-390).

C.    Kaynakça:
Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Ruth A. Wallace , Alison Wolf
Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Margaret Poloma
Sosyoloji Kuramları, George Ritzer
Wikipedia